Yapı Kredi Yayınları Basım Yılı: Kasım 2012-1.Baskı Çeviren: Ali Berktay |
Kitabı okurken
İngiltere’ye dil öğrenimi için gittiğim yirmi bir yaşımı hatırladım. Herkes
anneme ‘kızını kaybettin artık, bir daha geri dönmez boşuna bekleme’ demişti.
Türkiye’nin o günkü koşullarında bu pek mümkündü. Ama ben geri döndüm, o
yaştaki düşüncemle bile ‘orada hep bir yabancı’ olacağımı aklım kesmişti. Elektrikler
yanmasa, sular akmasa, havaalanları pis koksa, herkes birbiri ile fazla
ilgilenip toplum gençleri sıksa da kendi ülkende olmak güzeldi. Yıllar sonra ne
kadar doğru yaptığımı anladım. Yurtdışında kalanları izlediğimde -çoğu diyelim- ne oralı olabildiklerini gördüm
ne buralı. Dönmek istediler, dönemediler; çünkü aileler oluşmuştu, çocuklar
okuyordu, ekmek paraları oradaydı v.s. Kalmak zorundaydılar ama asıl köklerinin
bağlı olduğu bir yere özlem duymalarına da engel olamıyorlardı. Tam bir ‘Araf’
durumu.
‘Doğu’dan Uzakta’
bu yazdıklarımla birebir örtüşmüyor tabii. Yetmişli yıllarda çeşitli din ve
kökenden gelmiş çok yakın arkadaş bir grup üniversiteli gencin, ülkelerinde iç
savaş başlayınca, dünyanın dört bir yanına
savrulma öyküsü bu kitap. İçlerinden birinin, her zaman toplanıp sanat, edebiyat, dünya olaylarını konuştukları eski evinde, birbirlerini hiç terk etmemeye söz vermelerine karşın gelişen bir savrulma bu. Yirmi beş yıl sonra orada kalmayı tercih eden Murad’ın
ölmek üzere olduğu haberi üzerine, Attila’nın biyografisini yazmaya çalışan
tarihçi arkadaşları Adam’ın başlattığı hareket sonucu hepsinin yeniden bir araya gelmesini geri dönüşlerle anlatır kitap (Benim çok sevdiğim bir tarih
figürü olan Attila hakkındaki fikirler de ayrıca okunmaya değer).
Peki, gençliğim,
arkadaşlarım hakkında anlatmak istediğim her şey de bir parantez mi? Evet,
uygun kelime bu kuşkusuz. Yine de bu parantezi hemen kapatmak niyetinde
değilim. Dağılıp gitmiş arkadaşlarımın anısına hasrettiğim bu sayfalar, sonunda
bir çekmecede unutulup gidecek olsalar bile, benim için hala bir varlık
nedenleri mevcut. Yaşamım ve tanıdığım insanların yaşamı, meşhur bir
fatihinkine göre belki pek önemli sayılmayabilir. Ama bu benim yaşamım ve onun
unutulmaktan başka bir şeye layık olmadığını kabullenirsem, yaşamayı da hak
etmemişim demektir.”
Hristiyan Adam,
Yahudi Naim, yalnız Albert, güzel Semiramis, Ramzi ile Ramiz yani Ramz’lar, Murad
ile Tania, en genç vefat eden Müslüman Bilal ve onu temsilen kardeşi Nidal.
Hepsinin hayat öyküleri Lübnan’ın fonunda aktarılırken, ortak tema ülkelerini
terk etme nedeniyle hissettikleri huzursuzluktur. Bir yerde kendilerini haklı
çıkarma çabalarını izlerken, kalanlar ya da kalanların yakınları, kaldıktan
sonra yaptıkları bazı şeylerde kendilerini aklama çabasındadır.
Bana göre ‘Doğu’dan
Uzakta’ Maalouf’un bir günah çıkartma kitabı. Kendisi de ülkesini terk eden bir
yazar olarak, romanda kendisini Adam’ın kişiliğinde çok fazla hissettiriyor.
Sonuçta haklı ya da haksız, herkese göre değişkenlik gösteriyor tabii.
Kitabı okurken,
yaşanan ülkede, anlatılan yaşamlarda o kadar güzel paragraflara rastladım ki
alıntılamak için bir dolu yer işaretlemişim ama doğal olarak hepsini buraya almam olanaksız.
Maalouf’un isimlerle oyun yaptığı bir kısmı alıntılamakla yetineceğim.
“Roma’da son
imparatorun adının, tıpkı şehrin kurucusu gibi, Romulus, Konstantinopolis’te de
–yine kurucununki gibi- Konstantinos olması hep dikkatimi çekmiştir. Bu nedenle
ismim, Adam, bana hep gururdan çok endişe vermiştir.
Annemle babamın
bana niye bu ismi koyduklarını hiçbir zaman öğrenemedim. Doğduğum ülkede pek
rastlanan bir isim değildi ve ailemde de benden evvel kimseye konmamıştı. Bir
gün babama bunu sorduğumu, onun da ‘o hepimizin atası!’ diye geçiştirdiğini
hatırlıyorum, sanki ben bilmiyormuşum gibi… On yaşındaydım ve bu açıklama ile
yetinmiştim. Belki de henüz hayattayken bu tercihin arkasında bir niyet, bir
düş olup olmadığını sormalıydım ona.”
Kitabın
sonunda Adam’ın kaldığı Araf’la ilgili sonuç ne olacaktır? Sanıyorum Maalouf
okuyanlara kararı bırakmış gibi görünüyor.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder