17 Mart 2013 Pazar

DOĞU'DAN UZAKTA- Amin Maalouf


Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: Kasım 2012-1.Baskı
Çeviren: Ali Berktay
  Çocukluğumda Lübnan’ın aklımda hep ‘ iyi bir yer’ olarak kaldığını hatırlıyorum. Eşime sordum o nasıl hatırlıyor diye. ‘ A, tabii herkesin beğenerek bahsettiği bir ülkeydi. Hatta Beyrut için Doğu’nun Paris’i derlerdi’ dedi. Her ne kadar benim aklımda Doğu’nun Paris’i olarak Erzurum kaldıysa da herhalde bu bizim ülkemiz için geçerliydi. Neyse, derken bir gün oralarda herkesin birbirini öldürmeye başladığını duyduk ve Lübnan bir süre sonra görüş alanımızın dışına çıktı sanki. Sonra, yıllar sonra bir yazar onu tekrar görüş alanımızın içine sokuverdi. Amin Maalouf. 

  Kitabı okurken İngiltere’ye dil öğrenimi için gittiğim yirmi bir yaşımı hatırladım. Herkes anneme ‘kızını kaybettin artık, bir daha geri dönmez boşuna bekleme’ demişti. Türkiye’nin o günkü koşullarında bu pek mümkündü. Ama ben geri döndüm, o yaştaki düşüncemle  bile ‘orada hep bir yabancı’ olacağımı aklım kesmişti. Elektrikler yanmasa, sular akmasa, havaalanları pis koksa, herkes birbiri ile fazla ilgilenip toplum gençleri sıksa da kendi ülkende olmak güzeldi. Yıllar sonra ne kadar doğru yaptığımı anladım. Yurtdışında kalanları izlediğimde  -çoğu diyelim- ne oralı olabildiklerini gördüm ne buralı. Dönmek istediler, dönemediler; çünkü aileler oluşmuştu, çocuklar okuyordu, ekmek paraları oradaydı v.s. Kalmak zorundaydılar ama asıl köklerinin bağlı olduğu bir yere özlem duymalarına da engel olamıyorlardı. Tam bir ‘Araf’ durumu. 

  ‘Doğu’dan Uzakta’ bu yazdıklarımla birebir örtüşmüyor tabii. Yetmişli yıllarda çeşitli din ve kökenden gelmiş çok yakın arkadaş bir grup üniversiteli gencin, ülkelerinde iç savaş başlayınca, dünyanın dört bir yanına savrulma öyküsü bu kitap. İçlerinden birinin, her zaman toplanıp sanat, edebiyat, dünya olaylarını konuştukları  eski evinde, birbirlerini hiç terk etmemeye söz vermelerine karşın gelişen bir savrulma bu. Yirmi beş yıl sonra orada kalmayı tercih eden Murad’ın ölmek üzere olduğu haberi üzerine, Attila’nın biyografisini yazmaya çalışan tarihçi arkadaşları Adam’ın başlattığı hareket sonucu hepsinin yeniden bir araya gelmesini geri dönüşlerle anlatır kitap (Benim çok sevdiğim bir tarih figürü olan Attila hakkındaki fikirler de ayrıca okunmaya değer).  

  Peki, gençliğim, arkadaşlarım hakkında anlatmak istediğim her şey de bir parantez mi? Evet, uygun kelime bu kuşkusuz. Yine de bu parantezi hemen kapatmak niyetinde değilim. Dağılıp gitmiş arkadaşlarımın anısına hasrettiğim bu sayfalar, sonunda bir çekmecede unutulup gidecek olsalar bile, benim için hala bir varlık nedenleri mevcut. Yaşamım ve tanıdığım insanların yaşamı, meşhur bir fatihinkine göre belki pek önemli sayılmayabilir. Ama bu benim yaşamım ve onun unutulmaktan başka bir şeye layık olmadığını kabullenirsem, yaşamayı da hak etmemişim demektir.” 

  Hristiyan Adam, Yahudi Naim, yalnız Albert, güzel Semiramis, Ramzi ile Ramiz yani Ramz’lar, Murad ile Tania, en genç vefat eden Müslüman Bilal ve onu temsilen kardeşi Nidal. Hepsinin hayat öyküleri Lübnan’ın fonunda aktarılırken, ortak tema ülkelerini terk etme nedeniyle hissettikleri huzursuzluktur. Bir yerde kendilerini haklı çıkarma çabalarını izlerken, kalanlar ya da kalanların yakınları, kaldıktan sonra yaptıkları bazı şeylerde kendilerini aklama çabasındadır. 

  Bana göre ‘Doğu’dan Uzakta’ Maalouf’un bir günah çıkartma kitabı. Kendisi de ülkesini terk eden bir yazar olarak, romanda kendisini Adam’ın kişiliğinde çok fazla hissettiriyor. Sonuçta haklı ya da haksız, herkese göre değişkenlik gösteriyor tabii.

  Kitabı okurken, yaşanan ülkede, anlatılan yaşamlarda o kadar güzel paragraflara rastladım ki alıntılamak için bir dolu yer işaretlemişim ama doğal olarak hepsini buraya almam olanaksız. Maalouf’un isimlerle oyun yaptığı bir kısmı alıntılamakla yetineceğim. 

  “Roma’da son imparatorun adının, tıpkı şehrin kurucusu gibi, Romulus, Konstantinopolis’te de –yine kurucununki gibi- Konstantinos olması hep dikkatimi çekmiştir. Bu nedenle ismim, Adam, bana hep gururdan çok endişe vermiştir.

  Annemle babamın bana niye bu ismi koyduklarını hiçbir zaman öğrenemedim. Doğduğum ülkede pek rastlanan bir isim değildi ve ailemde de benden evvel kimseye konmamıştı. Bir gün babama bunu sorduğumu, onun da ‘o hepimizin atası!’ diye geçiştirdiğini hatırlıyorum, sanki ben bilmiyormuşum gibi… On yaşındaydım ve bu açıklama ile yetinmiştim. Belki de henüz hayattayken bu tercihin arkasında bir niyet, bir düş olup olmadığını sormalıydım ona.” 

  Kitabın sonunda Adam’ın kaldığı Araf’la ilgili sonuç ne olacaktır? Sanıyorum Maalouf okuyanlara kararı bırakmış gibi görünüyor.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder