26 Şubat 2013 Salı

DOĞU'NUN LİMANLARI - Amin Maalouf

Yapı Kredi Yayınları
Temmuz 2011-45. Basım
Çeviren: Saadet Özen

  Hayat insana bıkkınlık verecek kadar uzun değildir.” 

  Kitaptaki bu cümleyi çok sevmiştim. 

  Geçen yıl kızıma okulda okusunlar diye verdiler bu kitabı.  Okur okumaz ilk sözü ‘anne bu kitabı çok seveceksin olmuştu’ ki dediği de aynen çıkmıştı. Amin Maalouf’un okumadığım kitaplarındandı ve çokta iyi olmuştu.

 

  Okurken , İstanbul’da başlayıp Adana, Lübnan, Paris hattında devam eden yolda neler yaşamayacağız ki. Önce bir Osmanlı Sultanının kızı babasını bilekleri kesilmiş bulacak  (merak edip baktım, sultanın kim olduğunu buldum, çocuklarını gözden geçirdim, yaşı uyan bir kız buldum ama adı doğal olarak tutmadı, neyse işin bu kısmını tarihçilere bırakayım da konu dağılmasın)  , yaşadığı travma sonucu aklını kaçıracak, kendine bakan doktorla evlendirilip Adana’ya yerleşip bir oğlan çocuğu doğuracaktır. Oğlan Ermeni olan yakın arkadaşının kızıyla evlenecek ve üç çocukları olacak. İşte kitabımızın kahramanı  baba Türk anne Ermeni olan bu çocukların ortancası İsyan’dır. Babasının büyük umutlar bağladığı , büyük bir devrimci, önder  olması gerektiğine inandığı İsyan , babasının beklentilerinden kurtulmak için yolunu Paris’e düşürecek ve umulmadık bir şekilde İkinci Dünya Savaşı’nda Fransız direnişçilerinin safında yer alacaktır. Müslüman İsyan hayatının aşkı Orta Avrupalı Yahudi kızına da işte burada rastlayacaktır.

  Fonda ise tarih akıp gitmektedir. Osmanlının son yılları , imparatorluktaki kargaşalar, iki dünya savaşı , Arap-İsrail savaşları ve son olarak da yetmişli yıllarda Lübnan İç Savaşı. 

  “Naziler daha dün yenilmişken Hitler’in nefret ettiği bu iki halkın birbirinin boğazına sarılabilmesine katlanamıyordu Clara, üstelik her ikisi de kendini haklı buluyor, adaletsizliğin biricik kurbanı olduğuna yürekten inanıyordu. Yahudiler, bir milletin başına gelebileceklerin en kötüsünü, soykırım girişimini yaşadıklarından ve bunun tekrarlanmaması için ne pahasına olursa olsun savaşmaya kararlı olduklarından; Araplar ise Avrupa’daki katliamda hiçbir payları olmadığı halde yaralar sarılırken zarara uğradıklarından.” 

  İstanbul , Beyrut, Fransa üçgeninin içinde savaş ve kargaşa gibi nedenlerle oraya buraya savrulmuş farklı  milletten ve dinden insanlar. O yırtıcı savaşlara ve ait oldukları din ve milliyete rağmen inadına birbirlerini sevmeyi becerebilen insanlar. O yok edici savaş sırasında her şeye karşın doyulmaz bir aşk filizlenebilir, bir ülkeyi mahveden bir iç savaş, bir insanın kurtuluşuna son noktayı koyabilir, ne garip ironiler! 

  “Evet, kelimenin tam anlamıyla hem Müslüman, hem Yahudi! Babası olarak ben en azından kağıt üzerinde Müslüman’ım; annesi de teorik olarak Yahudi. Bizde din, babadan geçer; Yahudilerde ise anneden. Dolayısıyla Nadya, Müslümanların gözünde Müslüman, Yahudilerin gözünde Yahudi’ydi; kendi gözünde ise ikisinden birinde karar kılabilir ya da hiç birini seçmeyebilirdi; o ise ikisini birden taşımaya karar vermişti… Evet, ikisini birden ve daha birçok şeyi. Ona kadar inen soy çizgileriyle, Orta Asya’dan, Anadolu’dan, Ukrayna’dan, Arabistan’dan, Besarabya’dan, Ermenistan’dan, Bavyera’dan geçen fetih ve firar yollarıyla gurur duyuyordu… Kanının damlalarını, ruhunun zerrelerini bölüp parçalamaya hiç niyeti yoktu!"
 
  Maalouf’un bu kitabı eleştirmenler tarafından diğerleri kadar beğenilmemiş ama ben gayet de severek okumuştum.

1 yorum :

  1. Kitabı çok senelerce önce lisede okuyan bir öğrenci için okuyup özetini ödev olarak sunmuştum.Ancak beni en çok etkileyen kısmı çocuğun sıradışı kişilerden tarafından eğitimi olmuştu.

    YanıtlaSil