Yapı Kredi Yayınları Temmuz 2011-45. Basım Çeviren: Saadet Özen |
“Hayat insana bıkkınlık verecek kadar uzun değildir.”
Kitaptaki bu cümleyi çok sevmiştim.
Geçen yıl kızıma
okulda okusunlar diye verdiler bu kitabı.
Okur okumaz ilk sözü ‘anne bu kitabı çok seveceksin olmuştu’ ki dediği
de aynen çıkmıştı. Amin Maalouf’un okumadığım kitaplarındandı ve çokta iyi olmuştu.
Okurken , İstanbul’da
başlayıp Adana, Lübnan, Paris hattında devam eden yolda neler yaşamayacağız ki. Önce bir Osmanlı Sultanının kızı babasını bilekleri kesilmiş bulacak (merak edip baktım, sultanın kim olduğunu
buldum, çocuklarını gözden geçirdim, yaşı uyan bir kız buldum ama adı doğal
olarak tutmadı, neyse işin bu kısmını tarihçilere bırakayım da konu
dağılmasın) , yaşadığı travma sonucu
aklını kaçıracak, kendine bakan doktorla evlendirilip Adana’ya yerleşip bir
oğlan çocuğu doğuracaktır. Oğlan Ermeni olan yakın arkadaşının kızıyla
evlenecek ve üç çocukları olacak. İşte kitabımızın kahramanı baba Türk anne Ermeni olan bu çocukların
ortancası İsyan’dır. Babasının büyük umutlar bağladığı , büyük bir devrimci,
önder olması gerektiğine inandığı İsyan
, babasının beklentilerinden kurtulmak için yolunu Paris’e düşürecek ve
umulmadık bir şekilde İkinci Dünya Savaşı’nda Fransız direnişçilerinin safında
yer alacaktır. Müslüman İsyan hayatının aşkı Orta Avrupalı Yahudi kızına da
işte burada rastlayacaktır.
Fonda ise tarih akıp
gitmektedir. Osmanlının son yılları , imparatorluktaki kargaşalar, iki dünya
savaşı , Arap-İsrail savaşları ve son olarak da yetmişli yıllarda Lübnan İç Savaşı.
“Naziler daha dün yenilmişken Hitler’in
nefret ettiği bu iki halkın birbirinin boğazına sarılabilmesine katlanamıyordu
Clara, üstelik her ikisi de kendini haklı buluyor, adaletsizliğin biricik
kurbanı olduğuna yürekten inanıyordu. Yahudiler, bir milletin başına gelebileceklerin
en kötüsünü, soykırım girişimini yaşadıklarından ve bunun tekrarlanmaması için
ne pahasına olursa olsun savaşmaya kararlı olduklarından; Araplar ise
Avrupa’daki katliamda hiçbir payları olmadığı halde yaralar sarılırken zarara
uğradıklarından.”
İstanbul , Beyrut, Fransa üçgeninin içinde
savaş ve kargaşa gibi nedenlerle oraya buraya savrulmuş farklı milletten ve dinden insanlar. O yırtıcı savaşlara
ve ait oldukları din ve milliyete rağmen inadına birbirlerini sevmeyi
becerebilen insanlar. O yok edici savaş sırasında her şeye karşın doyulmaz bir aşk filizlenebilir, bir ülkeyi
mahveden bir iç savaş, bir insanın kurtuluşuna son noktayı koyabilir, ne garip
ironiler!
“Evet, kelimenin tam anlamıyla hem Müslüman, hem Yahudi!
Babası olarak ben en azından kağıt üzerinde Müslüman’ım; annesi de teorik
olarak Yahudi. Bizde din, babadan geçer; Yahudilerde ise anneden. Dolayısıyla
Nadya, Müslümanların gözünde Müslüman, Yahudilerin gözünde Yahudi’ydi; kendi
gözünde ise ikisinden birinde karar kılabilir ya da hiç birini seçmeyebilirdi;
o ise ikisini birden taşımaya karar vermişti… Evet, ikisini birden ve daha
birçok şeyi. Ona kadar inen soy çizgileriyle, Orta Asya’dan, Anadolu’dan,
Ukrayna’dan, Arabistan’dan, Besarabya’dan, Ermenistan’dan, Bavyera’dan geçen fetih
ve firar yollarıyla gurur duyuyordu… Kanının damlalarını, ruhunun zerrelerini
bölüp parçalamaya hiç niyeti yoktu!"
Kitabı çok senelerce önce lisede okuyan bir öğrenci için okuyup özetini ödev olarak sunmuştum.Ancak beni en çok etkileyen kısmı çocuğun sıradışı kişilerden tarafından eğitimi olmuştu.
YanıtlaSil