24 Ocak 2013 Perşembe

UZAK, HEP UZAK - Selim İleri


Doğan Kitap
Baskı Yılı: 2003 2. Basım
2003 Sedat Simavi
Edebiyat Ödülü
  2009 yılında beni iki ay yatağa bağlayan bir ameliyat geçirmiştim. Yapabileceğim iki şey vardı. Kitap okumak ve televizyon seyretmek. Televizyonla başım çok hoş olmadığı için bunu film seyretmeye çevirdim.  Bu iki ayın benim için kitaplığımda alınmış ama daha okunmamış , yine alınmış ama henüz seyredilmemiş filmler için iyi bir fırsat olduğunu düşünmüştüm. Filmler için öyle oldu da kitaplar için pek öyle oldu denemez. Nedeni de konumuz olan bu kitap işte. Selim İleri benim pek sevdiğim yazarlardan biridir. Kitaplıktan onun bir zamanlar yazarın kendisine bir imza gününde imzalattığım ‘Uzak, hep Uzak’ adlı denemeler kitabını çektiğimi hatırlıyorum. Kitabı imzalatmışım ama aldığım tarihi kaydetmemiştim. 2003 baskısı olduğuna göre o tarihlerde bir zaman olmalıydı. Kitabı bir solukta okuduktan sonra sürünerek bilgisayarın başına geçtim ve  okurken yaptığım listeden tam on dört kitap sipariş ettim. Olan kitaplıktaki okunmamışlara oldu.

 
  İleri’nin denemelerinde kimler , neler yok ki! Benim burada bir dünya anlatacağım bir kitabı bir ressamın tuvaline fırça darbelerini vurur gibi birkaç cümle  darbesi ile anlatıyor ve insanda ‘neden okumamışım ki ‘ duygusunu uyandırıyor. İçinde okuduklarımdan, hemen okumalıyımlara , adlarını ilk defa duyduklarıma (Kadıköyü'nün Romanı- Safiye Erol, Zavallı Necdet- Saffet Nezihi)  kadar bir yığın dünya. Bir yerde okumuştum, İleri’den edebiyat arkeologu diye söz ediyordu . Hakikaten de öyle. Yazar, sonra roman adlarının üzerinden geçiyor, romanlardaki dans sahnelerini geziyor, sonra romanlardaki adları irdeliyor, Nilgün’ler, Feride’ler, Nalan’lar. Tahmin edileceği gibi nostaljik geziler bunlar. Geri gelemeyecek şeylerin hüznünü fazlasıyla duyarak, bazen bir sızı, bazen bir gülümseme, bazen unuttuğunuz bir şeyi anımsama olarak satırlarda geziniyorsunuz.
 
  ‘Bir zamanlar yaz yolculuklarına çıkarken Akdeniz’e doğru birçok masum köy kahvesinin tabelasında Dallas adını ürpererek okumuştum. İlk belirtilerdi: Şiir, hülya, romantizm, duyarlık, yerli dünyanın kendine özgü renkleri bizden el ayak çekiyordu.
  Artık kimsenin adı Çalıkuşu Feride ya da hıçkırıklı bir Kenan olmayacaktı. Takma adlar dolaşıyordu ortalıkta: Divinia, İsaura, Ceyar… Günümüzde o karanlık tam bir saltanat kurdu.
  Adı ülkülerle donanmış bir Türk kızına bağlılığı dile getiren, adları Feride olan annelerle büyümüş bizler, bugünün değerler skalasını kavramaktan elbette çok uzağız. Ne yazılar çiziler, ne konuşmalar, ne öne çıkartılan kişiler, hiçbiri bizi umutlu kılmıyor. Tam tersine, derin bir yalnızlık içinde, bizi kuşatan bayağılıklara bakakalıyoruz.
  Bazı dostlarım günceli çok az yazdığımdan yakınıyorlar.
  Roman adlarının, romanlardaki adların güzelliğini yazmaya çalışmak, sadece nostaljinin peşinde koşmak mıdır?'
 
  Derken radyo anıları…
 
  'Radyo anılarımın bir bölümünü Gramofon Hala Çalıyor’da yazmıştım. Demin okudum. Evlerimizin, o kira evlerimizin demirbaş radyolarını anlatmak istemişim. Şimdi okuyunca tuhaf oldum. Çocukluğun umutlarla dolu, henüz kırılmamış, henüz kavrulmamış günleri. Onların geri gelmeyeceğini biliyorum. Radyoda dinlediğim güzelliklerin bittiğini biliyorum. Başka güzellikler de olabileceğini biliyorum. Fakat hep bir sıtmadayım.'
 
  Sonra filmler. Siyah beyaz televizyon zamanında hatırlıyorum, ‘hep eski filmler gösteriliyor' diye şikayet ederdik. İyi ki göstermişler. Kazablanca’yı, Gilda’yı, Şarlo’yu, Belgin Doruk’ları öyle tanımadık mı? İşte onların arasında geziniyor İleri.
 
  'Her ‘halk sanatı’ önünde sonunda daha aydınca bir sanat düzlemine yol alır. Öte yandan daha aydınca sanatın, kendisini var eden halk sanatını küçümsediği görülmemiştir. Bizim sinemamız, biraz da edebiyatımız dışında tabii.
  Edebiyatımız onca okur yetiştirmiş Güzide Sabri’yi, Esat Mahmut’u, Kerime Nadir’i yadsıyarak boş yere böbürlenmiş, bugünün medyatik ambalajlı kof edebiyatına usul usul sürüklenmiştir. Koşutunda, Türk sineması o duyarlı dünyasını, Yeşilçam üslubunu hor göre göre yitirdi.
  Öylesine bir horgörüydü ki bu , doğrudan doğruya Yeşilçam sinemasının kişilerinden bile yankıdı:
  ……………
  Reklamlardan şarkı görüntülemelerine, televizyonda ne seyredersem seyredeyim, hangi ülkede yaşadığımızı düşünüyorum. Sonra haberler çıkageliyor, asıl ülke bütün acısını söylüyor.
  Hangi sanat yeşerdiği toprağı böylesine görmezden gelebilir?
  Böylesi bir tutum sanatın inceliği ve enginliğiyle bağdaştırılabilir mi?'
 
  En sonda ‘Benim Yazarım’ diye bir bölüm. Adını duyduğum  ama hiç okumadığım bir yazar. Abdülhak Şinasi Hisar. İnşallah onu da anlatacağım.
 
  İleri’nin denemeleri, kitap, film , yazar ,radyo dünyasında unutulanları hatırlamak, bilinmeyenleri keşfetmek için birebir. Tabii kendisinin o duyarlı yorumları kitabı çok daha keyifli kılıyor.

2 yorum :

  1. Selim İleri 2003 de yazmış, "uzak hep uzak" diye, yıl 2013 artık maalesef "kayıp hep kayıp" haline geldik..Çünkü geçmişimizi giderek kaybediyoruz.ve unutuyoruz..İşte eski dostların biraraya gelip/ya da birbirini düşünüp ,yazmaları,konuşmaları ile birşeyleri yaşatmaya çalışıyoruz..Ellerine ,emeklerine,yüreğine sağlık eski dostum..

    YanıtlaSil
  2. Teşekkürler sevgili eski dost Filiz.

    YanıtlaSil